Tarih tekerrürden ibarettir denir sık sık. Aslında Marx III. Napolyon’un iktidara gelmek için yaptığı darbeyi, amcası I. Napolyon’un ondan 52 yıl önce yaptığı darbeyle karşılaştırınca “tarih tekerrür eder, birinci defa trajedi, ikinci defa komedi (farce) şeklindedir” demiş. Aslında haksız değildi. I. Napolyon’un darbesi bitmeyen savaşlara yol açmış, buna karşılık yeğeninki Fransa için Prusya’ya karşı yenilgiyle biten ancak 18 yıl boyunca ona kalkınma ve istikrar getiren bir dönemi başlatmıştı.
ABD’deki bugünkü durum 1930’ların bir tekrarına benziyor ama baştaki hokkabaz sayesinde gerçekten komediye benzeyen tarafları var. Oysa 1930’ların trajediyle bittiği malum.
1930’larda da ABD dünyaya sırtını çevirmiş, daha önce de hatırlattığım şekilde Birinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan düzenden uzak durmuş, hatta Milletler Cemiyetine üye dahi olmamıştı. Ekonomik politikası da korumacılığın en uç noktalarına kadar gitmişti. Onu kaleme alan iki senatörün adını taşıyan Smoot-Hawley Tarife Kanunu 1930 yılında kabul edilmiş ve ABD gümrük vergilerini ortalama %45’e çıkarmıştı. 1929 yılında başlayan dünya ekonomik krizinin etkilerini ABD için hafifletmeyi amaçlayan bu kanun sonucunda kriz dalga dalga bütün Avrupa’ya, oradan da dünyaya yayılmıştı. Birinci Dünya Savaşının etkilerinden kurtulmakta zaten pek başarılı olmamış olan Almanya’nın ekonomik bunalımdan en fazla etkilenen ülkeler arasında yer alması Nazilerin iktidara gelmesinde önemli bir etken olmuştur. Bu da dünyayı İkinci Dünya Savaşına sürüklemiştir.
İşte bu durumun bir daha tekrarını engellemek için İkinci Dünya Savaşından sonra Bretton Woods sistemi kurulmuş, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ekonomilerin bunalıma girmesini engelleme ve dengeli kalkınmayı sağlama görevini üstlenmişti. Ticaret için de dünya çapında bir örgüt kurulmaya teşebbüs edilmiş ancak ABD Kongresinden onay alamayan Uluslararası Ticaret Örgütü (International Trade Organisation) yerine üye sayısı çok daha sınırlı Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) yaratılmış ve ticaretin kademeli olarak serbestleşmesini, gümrük vergilerinin karşılıklı olarak düşürülmesini ve ticaretin saydam, öngörülebilir kurallara göre yürütülmesini sağlamak bu yarı anlaşma-yarı örgüt kuruma verilmiştir. Çalışma hayatımın 10 yılını geçirdiğim GATT, takriben 40 yıl içinde ve yedi müzakere turu vasıtasıyla gümrük vergilerini ortalama %40’lardan %4’lere indirmişti. Kurulan hukuka dayalı düzende en azından ilke olarak tüm üyeler eşit haklara sahip olup, güçlülerin daha zayıf olanlara baskı yoluyla iradelerini dayatmaları engellenmişti. Bu hukuki düzen aslında ABD iç hukukundan esinlenmişti. Örneğin anti-damping, anti-sübvansiyon vergileri gibi kavramlar onun hukuk sisteminden alınmıştı. ABD GATT’ın esin kaynağı olmuştur demek yanlış olmaz.
GATT’ın dünya ticaretini serbestleştirmek ve bir hukuk sistemine oturtmaktaki başarısı üye sayısının arttırılmasını ve Batı dünyası ile eski sömürgelerinden oluşan üyeliğinin tüm dünyaya yayılmasını hedef haline getirmişti. GATT’ın en fazla 75 üyesi varken yerine geçen Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) üye sayısı bugün 165’i bulmuş ve nerede ise evrensel boyutlara ulaşmıştır. Sistemin dışında kalan en büyük ekonomi İran’dır. Ondan başka
Irak, Suriye ve Lübnan, ayrıca da bazı Orta Asya ülkeleri ile Belarus dışarıda kalmıştır. Çin ile Rusya Soğuk Savaşın sona ermesiyle arka arkaya DTÖ’ne üye olmuşlardır. 2000’li yılların ilk on senesi dünya ticaretinin altın yılları olmuştu. Dünya ticareti sürekli olarak dünya ekonomisinden daha hızlı bir şekilde artmış, ticaretin kalkınmanın motoru olduğu görüşü hep dile getirilir olmuştu. Hukuk kurallarına uygun bir şekilde yürütülen ticaretin siyasi emellerin etkisinin dışında kalması ana ilkeydi. Ülkelere ulusal güvenlikleri için kuralları askıya alma hakkı Kuruluş Anlaşmasında yer almakla beraber bu hakkı GATT döneminde ve sonrasında kullanan pek olmamıştı. Bu nedenle Trump’un 2017 yılında ülkemiz dahil bazı ülkelerden çelik ve alüminyum ithalatına ulusal güvenlik gerekçesiyle ek vergi koyduğunu duyunca ilk başta bir yanlışlık olduğunu düşünmüştüm. Ancak kısa zamanda ortada yanlışlık olmadığı anlaşılmıştı.
ABD’yi uluslararası sistemden soğutan ilk başlarda bu sistemin üye sayısının azlığı ve görüşlerinin birbirlerine benzer olması sayesinde ABD menfaatlerine hizmet etmişken evrenselleşmenin neticesinde sözünü eskisi kadar dinletememiş olmasıdır sanırım. GATT’tan DTÖ’ne dönüşüm sırasında meydana gelen en önemli değişikliklerden biri ihtilafların çözümlenmesi mekanizmasının bir Temyiz Organı kurulması yoluyla güçlendirilmiş olmasıydı. Ancak dörder seneliğine iki defa seçilebilen yedi kişiden oluşan bu organın üyeleri arasında her zaman bir Amerikan vatandaşının bulunmasına rağmen, ABD Temyiz Organını mevcut kuralların uygulanmasını gözetlemek yerine yeni kural oluşturmakla suçlamaya başlamıştı. Müteakip aşamada DTÖ kararlarının oy birliğiyle alınması usulüne dayanarak boşalan üyeliklerin yerine yeni seçim yapılmasını engellemeye başlamıştı. İlk engelleme benim de orada Büyükelçi olduğum 2013 yılında Obama döneminde başlamıştı. Arkadan gelen Trump ve Biden yönetimleri de bu engelleme politikasını sürdürmüş ve zaman içinde Temyiz Organı üyeleri kalmadığı için ortadan kalkmıştır. Buna rağmen ihtilafların çözümlenmesi mekanizması bir şekilde çalışmaya devam etmekte ve örneğin ülkemiz de bundan nasibini almaktadır. Şöyle ki geçtiğimiz yaz Çin kökenli bazı elektrikli otomobillere iktidar tarafından konan ek gümrük vergisini Çin geçtiğimiz günlerde DTÖ’ye şikayet etmiştir. Bu ihtilafın ele alınış sürecini önümüzdeki aylarda gözlemleyebileceğiz. Ancak Temyiz Organının ortadan kalktığı bir ortamda hakları ihlal edildiğini iddia edebilen ülkelere karşı tedbir hakkı kaldığından ve Çin’in zaten cılız olan ihracatımıza koyabileceği ek vergilerin kabul edilmesi mümkün olmadığından, Çin elektrikli otomobillere tarafımızdan konan ayırımcı verginin yakınlarda sessiz sedasız bir şekilde kaldırılması çok muhtemeldir.
Demek oluyor ki sistemin altına tabiri caizse ilk dinamit çubuğunu yerleştiren Trump değil, Obama olmuştur. Aslında geçmişe bakıldığında ABD yönetimleri arasında ticaretin serbestleşmesinden yana olanlar hep Cumhuriyetçiler olmuş, Demokratlar özellikle otomobil sanayii işçileri başta olmak üzere rekabet gücü zayıf sektörlerin baskısının altında korumacılığa yönelmişlerdir. Trump’un özelliği hiçbir Demokrat başkanın cesaret edemeyeceği kadar korumacılıkta ve ticari ilişkileri siyasi amaçlarla kullanmada ileri gitmiş olmasıdır.
Trump, biraz yüksek faiz enflasyonun neticesi değil, sebebidir mantığını hatırlatır bir şekilde gümrük vergilerinin aslında ABD ekonomisinin sorunlarını çözmekte, ayrıca siyasi emellerine ulaşmakta çok etkili bir silah olduğunu düşünmektedir. Oysa çoğu ekonomist yüksek koruma duvarlarının kaynakların rekabet gücü olmayan sektörlere gitmesini, dolayısıyla kaynak israfına yol açtığını düşünürler. Ayrıca gümrük vergilerini yükseltmek tüketici fiyatlarını da, dolayısıyla enflasyonu yükseltir. Üstelik daha düşük gelirli sınıfları zenginlerden daha fazla etkiler çünkü onlar gelirlerinin daha yüksek bir oranını tüketime harcarlar. Nitekim Meksika, Çin ve Kanada kökenli ithalata %25’e varan ilave gümrük vergilerinin birkaç gün içinde uygulamaya konacağını Trump ilan ettikten sonra enflasyonun artacağı, dolayısıyla faizlerin inmeyeceği varsayımıyla dolar yükselmişti. Oysa Trump ek gümrük vergilerinin fiyatlara yansımayacağını, yabancı ihracatçının bunları sineye çekeceğini hesaplamaktaydı. Bir diğer iddiası ise, ek gümrük vergilerinden elde edilecek kazanç sayesinde diğer vergilerin azaltılacağı yönünde oldu. Tabii azaltılacak vergilerin yakın çevresini oluşturan varlıklı kesimlerin yararına olacağı, dar gelirlilerin bundan yararlanmayacağı açıktır sanırım.
Bununla birlikte dünyanın hala en büyük ekonomisi olmanın getirdiği güçle Trump savurduğu tehditlerle en azından bazı muhataplarından istediklerini koparmakta başarılı olduğu inkar edilemez. Geçen haftaki yazımda bazı örneklere değinmiştim. Bundan birkaç gün önce ise Trump fentanyl adlı uyuşturucunun ABD’ye girişini engellememek ve kaçak göçmenlere karşı tedbir almamakla suçladığı Meksika’dan yapılacak ithalata %25 ek vergi koyacağını ilan etmişti. Telefona sarılan Meksika Cumhurbaşkanı Sheinbaum, huduttaki denetimleri arttırmak amacıyla 10.000 ilave görevlinin oraya gönderileceğini açıklamış, Trump da bunun karşılığında ek vergileri bir ay için askıya almıştır. Tabii yaz boz tahtasına dönen bu vergi politikasının ticaret akımları üzerinde ne kadar büyük menfi etkileri olacağını tahmin etmek zor değildir. Arkadan Kanada’ya uygulanacağı ilan edilen %25 tutarındaki ek gümrük vergileri de benzer nedenlerle bir aylığına askıya alındı.
Meksika’nın Trump’a kafa tutma gücüne sahip olmadığı açıktır. Buna karşılık kendisi de %25 ek gümrük vergisine çarptırılan Kanada hemen karşı tedbirlerini açıklamıştır. En büyük ticari partnerini kaybetme tehlikesi altında olan Kanada ekonomisinin bu ticaret savaşından zarar görmesi kaçınılmaz. Meksika ile Kanada’nın ihracat hacimlerinde ABD’nin payı %70 ve üzerindedir.
Buna karşılık Çin’e konan ek %10 vergi kaldırılmamış, o da ABD kaynaklı bazı tarım ürünleri ithalatına benzer vergi koyunca, Çin pazarını kaybetme tehlikesi karşısında ABD çiftçileri kara kara düşünmeye başlamıştır.
Trump Meksika, Çin ve Kanada’dan sonra bu sefer ABD ile ticaretinde berbat “atrocious” bir fazla (380 milyar dolar) vermekle suçladığı AB’ne gözünü çevirmiş ve ona da tehditler savurmuştur. Ancak Birleşik Krallığı bu tehditlerden muaf tutmuştur. Onunla ticaretin nispeten dengeli olması bu “alicenaplığın” sebebi olsa gerek. Dolayısıyla öyle görülüyor ki Trump’un esas amacı ABD’nin geleneksel olarak açık verdiği ülkelerle ticaretini dengelemektir. Bu amaca bu tür yöntemlerle ve aynı zamanda ABD ekonomisine zarar vermeden ve enflasyonu yükseltmeden ulaşılabileceği şüphelidir.
Öyle anlaşılıyor ki ikinci Trump dönemi birçok şey için olduğu gibi dünya ticareti için de art arda gelen krizlerle, hatta 1930’lardan beri görülmemiş boyutlarda ticaret savaşlarıyla geçecek. DTÖ’nün Nijeryalı Genel Direktörü geçenlerde “Financial Times” gazetesine verdiği demeçte tabii çok dikkatli konuşma zorunda olmakla beraber birkaç defa dört yıl sonra şu olacak, bu olacak gibi ifadeler kullanmak suretiyle bu kötü dönemi asgari hasarla atlatma ümidini hissettirmiştir.
Bu arada ülkemizin ABD ile dış ticaretinin dengeli olması, hacminin de nispeten küçük olması nedeniyle Trump’un en azından bu alanda hışmına uğramayacağımızın işareti olmalıdır. Ancak birkaç yıldır 30 milyarı geçmeyen, hatta azalmakta olan ABD ile mevcut dış ticaret hacmimizin her fırsatta dile getirilen 100 milyar düzeyine en azından Trump döneminde ulaşması biraz zor gözükmektedir.